“İnsan ve Sembolleri”nin araştırılması aslında insanın kendi bilinçdışıyla ilişkisinin araştırılması demektir. Dahası Jung’un bilinçdışı görüşünde bilinçdışı, bilincin büyük kılavuzu, dostu ve akıl hocası olduğu için bu kitap en doğrudan kavramlarla insanların ve onların spiritüel problemleri ile ilgilenir. Bilinçdışını biliriz ve onunla temelde rüyalarla iletişim kurarız; Bu kitapta bireyin yaşamında rüya görmenin önemine büyük bir vurgu yapıldığını göreceksiniz.  John Freeman

Psişik Gelişimin Yapısı

Bu kitabın başında Dr. C.G.Jung, bilinçdışı kavramını, bu kavramın kişisel ve kolektif yapılarını ve onun simgesel dışavurum şeklini tanıtıcı bir giriş yaptı. Bilinçdışının ürettiği sembollerin hayati önemi, (yani, iyileştirici ya da yok edici etkisi) anlaşılınca geriye bunların yorumu gibi zor bir konu kalır. Dr. C.G.Jung, her şeyin belli bir rüya yorumunun “kavranıp kavranmadığına” ve söz konusu kişi için anlamlı olup olmadığına bağlı olduğunu gösterdi. Böylece rüya sembolizminin olası anlamına ve işlevine işaret eder. Ancak bu olasılık Jung’un kuramının gelişiminde başka bir soruya yol açmıştır: kişinin rüya yaşamının bütünü ne amaçlıdır? Rüyalar insan varlığının yalnızca anlık psişik ekonomisinde değil, yaşamının bütününde nasıl bir rol oynamaktadır?

Jung çok sayıda insan üzerinde gözlem yaparak ve onların rüyaları üzerinde çalışarak (en az 80.000 rüyayı yorumladığını tahmin etmektedir) rüyaların sadece rüya gören kişinin hayatıyla çeşitli derecelerde ilgili olduğunu değil, onların aynı zamanda büyük bir psikolojik öğeler ağının parçası olduğunu ortaya koydu. O ayrıca bunların bir bütün olarak belirli bir kurguyu ya da kalıbı izlediğini saptamıştır. Jung bu modele “bireyleşme süreci” adını vermektedir. Düşler her gece farklı sahne ve imgeler ürettiklerinden dikkatli bir gözlemci olmayan bir kişi bir kalıp veya ana şema olduğunu muhtemelen bilemeyecektir. Öte yandan uzun yıllar boyunca kendi rüyaları üzerinde gözlem yapıp sıralamayı ve düzeni inceleyen biri belirli içerikleri görünüp kaybolduklarını, sonra tekrar göründüklerini fark edecektir. Hatta çoğu kimse aynı figürleri, manzaraları ya da durumları rüyasında tekrar tekrar görmektedir; bunlar bütün bir seri boyunca izlenirse yavaş yavaş ama algılanabilir şekilde değiştikleri görülecektir. Rüyayı görenin bilinçli tutumu rüyaların ve sembolik içeriklerinin uygun bir şekilde yorumlanmasıyla etkilenirse bu değişimler hızlandırılabilir.

O halde rüya hayatımız tek tek iplerin ya da eğilimlerin bir görünüp bir kaybolduğu sonra tekrar göründüğü dolambaçlı bir örgü oluşturur. Bu dolambaçlı düzen uzun bir zaman boyunca gözlenirse, yavaş ve zor fark edilen bir psişik gelişme ve bireyleşme sürecini yaratan bir tür gizli düzenleyici ya da yönlendirici varlığı gözlemlenecektir.

Giderek daha açık ve olgun bir kişilik ortaya çıkar ve kademeli olarak diğer insanlar üzerinde etkili hatta görünür hale gelmeye başlar. Sık sık “duraklamış gelişim”den söz edişimiz, bu tür bir gelişme ve olgunlaşmanın her birey için mümkün olduğunu düşündüğümüzü gösterir. Psişik gelişme iradenin bilinçli bir çabasıyla oluşturulamadığı, istem dışı ve doğal olduğu için, rüyalarda genellikle, yavaş, güçlü ve istem dışı gelişim belirli bir örüntüyü izleyen ağaç ile sembolize edilir.

Düzenleyici etkinin kaynaklandığı kurucu merkezin, psişik sistemimizdeki bir tür “nükleer atom” olduğu anlaşılmaktadır. Buna, rüya imgelerinin kâşifi, kurucusu ve kaynağı da denebilir. Jung bu merkezi “benlik” olarak adlandırır ve onu psişenin yalnızca bir parçasını oluşturan “ego”dan ayırmak için psişenin tümü olarak tanımladı.

Çağlar boyunca insanlar sezgisel olarak böyle bir iç merkezin var olduğunu fark etmişlerdir. Yunanlılar ilham perisi demişler, Mısır’da ise “Ba” (can) kavramıyla ifade etmişler.

Benlik bilinçli kişilikten farklı olan ve yalnızca kişinin kendi düşlerini incelemesi yoluyla kavranabilen içsel bir yönlendirici faktör olarak tanımlanabilir. Bunlar benliğin kişiliğin olgunlaşmasını ve sürekli olarak genişlemesini sağlayan düzenleyici merkez olduğunu gösterir. Ama psişenin bu daha geniş, neredeyse bütünsel olan yönü önce sadece doğuştan gelen bir olanak olarak ortaya çıkar. Kişinin hayatı süresince onun pek azı ortaya çıkabilir ya da nispeten tam ve bütün olarak gelişebilir. Bunun ne kadar gelişebileceğini egonun benlikten gelen mesajları dinlemeye hazır olup olmamasına bağlıdır.

Öyle görünüyor ki ego doğa tarafından kendi keyfi dürtülerinin sınırsızca peşinden gitmek üzere geliştirilmemiştir, bütünlüğün -bütün psişenin- gerçekleştirmek için geliştirilmiştir. Bütün sistemi, bilinçlenmesine ve böylece gerçekleşmesine izin vererek aydınlatan egodur. Mesela ben egomun farkında olmadığı bir sanatsal yeteneğe sahipsem bundan hiçbir şey çıkmayacaktır. Bu durumda yetenek hiç var olmamış gibidir, çünkü ancak benim egom onu fark ederse gerçeğe dönüşebilir.

Bilinçdışı ile ilk karşılaşma

Çoğu insan için gençlik yıllarının ayırt edici özelliği bireyin yavaş yavaş kendisinin ve dünyanın farkına varmasıyla gelişen kademeli bir uyanış halidir. Çocukluk, büyük bir duygusal yoğunluk dönemidir ve bir çocuğun ilk rüyaları, çoğu kez, daha sonra bireyin kaderini nasıl şekillendireceğini göstererek psişenin temel yapısını sembolik bir formda ortaya koyar. Örneğin; Jung bir grup öğrencisine, patolojik korku nöbetleri yüzünden 26 yaşında intihar eden genç bir kadından söz etmişti. Kadın küçük bir çocukken rüyasında “Jack Frost”in (kış mevsiminin hâkimi olan masal kahramanı) odasına girip eliyle midesine çimdik attığını görür. Uyanır ve aslında kendi kendini çimdiklediğini fark eder. Rüya onu korkutmaz; sadece kötü bir rüya olduğunu hatırlar. Çocuğun donmuş yaşamın soğukluk ciniyle bu garip karşılaşmasına duygusal olarak tepki göstermemesi iyi olmayan bir şeye alamettir ve normal olmayan bir durumdur. Nitekim daha sonra soğuk ve duygusuz bir el ile kendi yaşamına son vermiştir. Böylece bu tek çocukluk rüyasından rüya görenin çocukluktaki psişenin önceden gördüğü bütün trajik kaderini ortaya çıkarmak mümkündür.

Çocuk okul çağına gelince egonun oluşumu ve onun dış dünyaya uyumlanması dönemi başlar. Bu dönem genellikle çok sayıda acı verici şoku beraberinde getirir. Aynı zamanda bazı çocuklar diğerlerinden çok farklı hissetmeye başlar ve bu tek olma hissi pek çok gencin yalnızlığının parçası olan belli bir hüzne neden olur. Dünyadaki kusurların, dıştaki kadar içteki kötülüklerin farkına varmaya başlar, çocuk dış dünyanın talepleriyle olduğu kadar ısrarlı dürtülerle de baş etmek zorundadır.

Gerçek bireyleşme süresi –kişinin kendi iç merkeziyle (psişik çekirdeğiyle) ya da benliğiyle bilinçli olarak karşı karşıya gelmesi– genellikle kişiliğin yaralanması veya buna refakat eden bir acı ile başlar. Bu ilk şok, çoğu zaman öyle algılanmasa da bir çeşit “çağrı”dır. Ego ise tam tersine iradesinin ya da arzusunun engellendiğini hisseder ve bu tıkanıklığı genellikle dıştaki bir şeye yansıtır. Yani ego, Tanrı’yı ya da ekonomik durumunu, patronunu ya da eşini bu tıkanıklıktan sorumlu tutar.

Ya da belki dışarıdan her şey mükemmel görünür ama kişi yüzeyin altından her şeyi anlamsız ve boş hale getiren ölümcül bir can sıkıntısından mustariptir. Pek çok söylence ve masal bireyselleşme sürecinin bu başlangıç aşamasını, sembolik olarak yaşlı ve hasta düşmüş bir kralı anlatarak tanımlar. Diğer bilinen hikaye kalıpları, kral ve karısının çocuğunun olmaması, bir canavarın bütün kadınları, çocukları, atları ve krallığın zenginliklerini çalıp götürmesi, kötü bir cinin kralın ordusunu ve gemisini alıkoyması ya da karanlığın her yeri sarması, kuyuların kuruması, sellerin ve kuraklığın ülkenin üzerine çökmesidir. Bu yüzden benlik ile ilk karşılaşma, sanki zamanın ötesine karanlık bir gölge düşüyormuş ya da sanki “iç dost”, çaresizce mücadele eden egoyu tıpkı bir avcı gibi kendi tuzağında yakalamak için geliyormuş gibi görünür.

Efsanelerde bir kralın ya da kralın ülkesinin çaresizliğini iyileştirebilen bir büyü ya da tılsım olur, yani her zaman çok özel bir şey ortaya çıkar. Her ne olursa olsun, kötü olanı uzaklaştıracak olan şey benzersiz ve elde etmesi zor bir şeydir.

Bir bireyin hayatındaki ilk kriz de tam olarak böyledir. Kişi bulması çok zor olan ya da hakkında hiçbir şeyin bilinmediği bir şeyi aramaktadır. Böyle durumlarda bütün iyi niyetli, mantıklı tavsiyeler, aklını başına toplamak, bir tatile çıkmak, fazla çalışmamak, daha çok insanla görüşmek ya da bir hobi edinmek gibi öneriler hiçbir işe yaramaz ya da çok nadiren yarar. Ancak işe yarar gibi görünen yalnızca tek bir şey vardır; bu da hiçbir önyargı beslemeden ve tam bir saflıkla yaklaşan karanlığa doğrudan yüzünü dönmek ve onun saklı amacının ne olduğunu, sizden ne istediğini anlamaya çalışmaktır.

Yaklaşan karanlığın gizli amacı genellikle öyle alışılmamış, öyle eşsiz ve beklenmediktir ki kişi onun ne olduğunu çoğu kez yalnızca bilinçdışından gelen rüyalar ve fanteziler yoluyla bulabilir. Kişi üstün körü varsayımlar ya da duygusal reddedişler olmaksızın bilinçdışına yönelebilirse, yararı olabilecek bir sürü sembolik imaj ortaya çıkar. Ama her zaman değil. Bazen önce kişinin kendisiyle ya da bilinçli tutumuyla ile ilgili yanlış olan şeylere dair bir dizi acıtıcı farkındalıklar ortaya çıkar. Bunun ardından kişi her türden acı gerçeği yutarak süreci başlatmalıdır.

Gölgenin farkına Varma

Bilinçdışı başlangıçta ister yardımcı olarak ister olumsuz biçimde ortaya çıksın, bir süre sonra genellikle bilinçli yöneliş bilinçdışı unsurlara daha iyi bir şekilde yeniden uyumlama -dolayısıyla bilinçdışından gelmiş gibi görünen “eleştirinin” kabul edilmesi- ihtiyacı ortaya çıkar. Rüyalar aracılığıyla kişi kendi kişiliğinin çeşitli nedenlerle dikkatle bakmayı tercih etmediği yanlarıyla bir aşinalık kazanır. Bu, Jung’un “gölgenin farkına varılması” adını verdiği bir süreçtir. (“Gölge” terimini, kişiliğin bilinçdışı kısmı için kullanmaktadır, çünkü o rüyalarda genellikle kişileşmiş bir biçimde ortaya çıkmaktadır.)

Gölge bilinçdışı kişiliğin bütünü değildir. O, egonun bilinmeyen ya da az bilinen özelliklerini ya da niteliklerini -çoğunlukla kişisel alana ait olan ve bilinçli de olabilen özelliklerini temsil eder. Gölge bazı yönlerden bireyin kişisel yaşamının dışındaki bir kaynaktan gelen kolektif faktörleri de içerebilir.

Birey gölgesini görme teşebbüsünde bulunduğunda, kendisinde bulunduğunu inkar ettiği ama başkalarında açıkça görebildiği dürtü ve özelliklerin, bencillik, zihinsel tembellik, dağınıklık, gerçek dışı fanteziler, planlar, komplolar, dikkatsizlik ve korkaklık, para hırsı ve ihtiraslar, kısaca kendi kendine “hiç önemi yok, kimse fark etmez, ayrıca onu herkes yapıyor” dediği küçük günahların, farkına varır. (Ve çoğu kez de bunlardan utanır)Bir dostunuz sizi bir kusurunuz nedeniyle eleştirdiğinde içinizde bir öfke kabarıyorsa, o noktada, bilincinde olmadığınız gölgenizin bir parçasını bulacağınızdan emin olabilirsiniz. “Daha iyi olmayan”ların gölgeleri kusurlarınızdan dolayı sizi eleştirdiklerinde öfke duymanız son derece doğaldır. Peki ya kendi rüyalarınız, yani kendi varlığınızın içindeki bir iç yargıç sizi eleştirirse ne söyleyebilirsiniz? Bu, egonuzun sizi yakaladığı andır ve sonuç elbette şaşkın bir sessizlik olacaktır. Bunun ardından acılı ve uzun bir kendini eğitme çalışması başlayacaktır ki bunun Herkül’ün işgücünün psikolojik karşılığı olduğunu söyleyebiliriz.

Gölge, yalnızca yapılamayanlardan, eksik kalanlardan ibaret değildir. Aynı sıklıkla dürtüsel ve kasıtsız bir eylemde de ortaya çıkar. Kişi düşünmeye fırsat bulamadan kötü bir söz ağzından çıkıverir, entrika kurulur, yanlış karar verilir ve kişi bilinçli olarak istemediği ya da amaçlamadığı sonuçlarla karşı karşıya kalır. Dahası kişi bilinçli kişiliğin maruz kaldığından daha fazla kolektif enfeksiyonlara maruz kalır. Kişi yalnızken her şey nispeten yolunda gibidir; ama diğerleri karanlık, ilkel şeyler yaptığında kendisi bunlara katılmazsa aptal sayılacağından korkmaya başlar. Böylece gerçekten kendisine ait olmayan dürtülere uyar. Özellikle aynı cinsin üyeleriyle temas kurduğunda hem kendi gölgesine hem de diğer insanların gölgesine takılıp sendeler. Karşı cinsten bir kişide gölgeyi görsek de genellikle ondan çok daha az rahatsız olur, çok daha kolayca mazur görürüz.

Bu yüzden pek çok rüyada ve mitte gölge aynı cinsten insan olarak ortaya çıkar. Rüyalarda garip geçitler, odalar ve bodrumdaki kilitli olmayan çıkışların oluşturduğu labirent, bilinmeyen olasılıklar bilinçaltının tanınmış sembolleri olarak karşımıza çıkar. Aynı zamanda insanın bilinçdışının, gölge tarafından nasıl etkilere “açık” olduğunu, tekinsiz ve yabancı unsurların nasıl izinsiz içeri girebileceklerini gösteriyor. Örneğin; bodrum katı rüya görenin psişesinin temeli olduğu söylenebilir (Yine rüyayı görenin kişiliğinin henüz fark edilmemiş psişik etki alanını temsil eder).

Jung bilinçdışı kişiliğin bir yönünü gölge olarak adlandırırken nispeten iyi tanımlanmış, sınırları belli bir özelliğe işaret etmekteydi. Ancak bazen egonun bilmediği her şey, hatta en değerli ve en yükseklerdeki güçler bile gölge ile karışır. Gölge figürü değerli, yaşamsal güçleri içeriyorsa, bunlar gerçek deneyimin içine katılmalı, bastırılmamalıdır. Gururu ve kibiri bırakıp karanlık gibi görünen ama aslında öyle olmayabilen şeyleri yaşamak egoya bağlıdır. Bu tutkuların zapt edilmesi kadar kahramanca bir fedakarlığı gerektirebilir ama tam tersi anlamda. Rüyalarımızda karanlık figürler görünüp bizden bir şey yapmamızı isterlerse, bunların kendimizin gölgelenmiş, karanlık bir parçasını mı, benlik mi, yoksa her ikisini birden mi temsil ettiğini kesin olarak bilemeyiz. Dahası rüya sembolleri çoğu kez öylesine üstü kapalı ve karmaşıktır ki hiç kimse onları tam olarak yorumlayamaz. Böyle bir durumda yapabileceğimiz tek şey, kesin kararlardan kaçınarak rüyaları izlemeyi sürdürmektir. Bu Sindirella’nın durumuna benzer. Üvey annesi önüne bir yığın iyi ve kötü cins darı tanesi koyup onları birbirinden ayırmasını ister. Sindirella başlangıçta hiçbir umut görünmediği halde sabırla taneleri birbirinden ayırmaya başlar. Ansızın güvercinler ona yardım etmeye gelirler. Bu yaratıklar sanki yalnızca kişinin bedeninde hissedilebilen ve çıkış yolunu gösteren yararlı, derin bilinçaltı dürtüleri temsil eder.

İnsan, bir yerlerde, varlığının en derininde nereye gitmesi, ne yapması gerektiğini çok iyi bilir. Ancak bazen “Ben” dediğimiz soytarı öyle bir gürültü çıkarır ki içimizdeki sesi duyamayız.

Çoğu zaman bilinçdışının gösterdiği işaretleri anlamak için sarf edilen çabalar başarısızlığa uğrar; böyle zor bir durumda kişinin sahip olduğu yegane şey, doğru görünen şeyi yapma cesaretidir. Her insan kendi sorunlarına bakmalı ve kendisi için doğru olanı belirlemeye çalışmalıdır.

Bilinçdışının keşfi son yüzyılda yapılmış etki alanı en geniş keşiflerden biridir. Ne var ki, kişinin bilinçdışı gerçekliğini tanıması, dürüst bir kendini gözlem ve hayatın yeniden düzenlenmesini içerirken, birçok kişinin sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmayı sürdürmesine de neden olur. Bilinçdışını ciddi biçimde ele almak ve ortaya çıkardığı sorunları çözmeye çalışmak büyük bir cesaret gerektirir. İnsanların büyük bir çoğunluğu bilinçli davranışlarının ahlaki yönleri üzerinde derinlemesine düşünmeye bile üşenirken, bilinçdışının kendilerini nasıl etkilediğini düşünmeye ise neredeyse hiç yanaşmazlar.

Anima: içerdeki kadın 

Zor ve hassas etik sorunlar her zaman gölgenin ortaya çıkmasıyla oluşmaz. Çoğu kez başka bir “iç figür” de ortaya çıkar. Rüya gören bir erkek ise kendi bilinçdışının dişil kişileşmiş halini keşfedecektir; bir kadın için ise bu eril bir figür olacaktır. Bu ikinci sembolik figür çoğu kez yeni ve farklı sorunlar ortaya atarak gölgenin arkasından ortaya çıkar. Jung dişi ve eril formlarını “animus” ve “anima” olarak adlandırır.

Anima bir erkeğin psişesindeki bütün dişil psikolojik eğilimlerin (örneğin; belirsiz duygu ve ruh halleri, gelecekten haber veren önseziler, irrasyonel olana karşı alıcılık, kişisel sevgi yetisi, doğayı hissetme ve en önemlisi bilinçdışıyla ilişki gibi dişil psikolojik eğilimlerin) kişileşmesidir. Kadim zamanlarda ilahi iradeyi derinlemesine kavramak ve ilahlarla bağlantı kurmak için kadın rahiplerin kullanılmış olması bir rastlantı değildir.

Bireysel tezahür içinde erkeğin animasının karakteri annesi tarafından şekillenir. Eğer annesinin kendisi üzerinde negatif bir etkisi olduğunu hissediyorsa, animası kendini çoğunlukla huysuz, sinirli, depresif, kuşkulu, güvensiz, alıngan bir hal içinde ifade edecektir (Ancak üzerindeki negatif  saldırıların üstesinden gelebilirse bunlar onun erkekliğinin güçlenmesini sağlar). Negatif anne figürü böyle bir adamın ruhunda sürekli şu temayı tekrarlayacaktır: “Ben bir hiçim. Her şey anlamsız. Başkalarının durumu farklı elbette ama ben… Hiçbir şeyden keyif almıyorum”. Bu tür “anima ruh halleri” donukluk, hastalık, iktidarsızlık ve kaza korkusuna neden olur. Hayat kederli ve kasvetli bir hal alır. Böyle karanlık bir ruh hali kişiyi intihara bile götürebilir, bu durumda anima ölü bir ifrite dönüşür.

Fransızlar bu tür anima figürüne femme fatale (baştan çıkarıcı tehlikeli kadın) adını verir. Bu karanlık animanın daha tehlikeli bir versiyonu Mozart’ın Sihirli Flüt‘ündeki Gece Kraliçesi’nde veya Yunan mitolojisindeki Sirenler de görülmektedir. Aşağıdaki Sibirya masalı bu tür yıkıcı animanın davranışını sergilemektedir: “Bir gün yalnız bir avcı ırmağın öte yakasındaki ormanın derinliklerinden ortaya çıkan güzel bir kadın görür. Kadın ona el sallayıp şarkı söylemeye başlar. Gel ey yalnız avcı akşamın sessizliğinde Gel, gel. Seni özlüyorum. Seni özlüyorum! Seni kucaklayıp sarayım gel! Gel. Gel. Yuvam buracıkta, buracıkta. Avcı giysilerini çıkarıp nehrin öte tarafına doğru yüzer, ama kadın ansızın alaycı kahkahalar atarak bir baykuşa dönüşür, uçup gider. Avcı ise elbiselerini bulmak için geldiği yere doğru yüzmeye çalışırken buzlu suda boğulur.”

Bu öyküde anima gerçek olmayan bir aşk hayalini, mutluluğu ve anne sıcaklığını (annenin yuvası) -erkeklerin aklını çelip gerçeklikten uzaklaştıran bir hayali- sembolize eder. Avcı gerçekleşmemiş arzu dolu fantezisinin peşinden gittiği için boğulmuştur.

Diğer yandan, bir erkeğin annesiyle olan tecrübesinin olumlu olması, onun animasını tipik ama farklı biçimlerde etkiler. Bunun sonucunda erkek ya efemine olur ya da güçsüzlüğü nedeniyle kadınlar için av haline gelir, dolayısıyla hayatın güçlükleriyle baş etmekte zorlanır. Böyle bir anima genellikle erkeği aşırı duygusal, yaşlı bir kız gibi alıngan ya da otuz tane şiltenin altındaki nohut tanesini bile fark eden bir masal prensesi kadar duyarlı hale dönüştürür.

Animanın bütün bu yönleri gölgede gözlemlediğimiz eğilimi taşır: Yani, erkeğe belirli bir kadının özellikleri gibi görünecek şekilde yansıtılır. Erkeğin bir kadını ilk kez gördüğü zaman hemen âşık olmasına ve derhal işte bu “O” diyerek onu tanımasına yol açan animanın varlığıdır. Bu durumda erkek bu kadını her zaman yakından tanımış olduğu duygusuna kapılır; ona öylesine tutulur ki bu hal dıştan bakan birine tam bir çılgınlık gibi görünür.

Bir aşk ilişkisi gibi ani ve tutkulu bir biçim alan anima yansıması, bir erkeğin evliliğini bozabilir. Böyle bir dramaya ancak animanın içsel güç olarak kabul edilmesi durumunda katlanılabilir, bir çözüm bulunabilir. Bilinçdışının bu tür karışıklığı yaratmasının gizli amacı, erkeği -kendi varlığını bilinçdışı kişiliğinin daha büyük bir bölümünü birleştirip gerçek hayatına taşıyarak- kişiliğini geliştirmesi ve olgunlaştırması için zorlamaktır.

Animanın olumsuz yönlerinden bu kadar söz etmek sanırım yeterlidir. Gerçekte bir o kadar da olumlu tarafları vardır. Anima, örneğin; erkeğin kendisi için doğru olan evlilik partnerini bulmasında da sorumludur. Diğer etmen de eşit derecede önemlidir: bir erkek mantıklı zihniyle bilinçdışında gizli olan olguları ayırt edemediğinde, anima, onları kazıp çıkarması için yardım eder. Anima’nın oynadığı daha da önemli bir rol, erkeğin zihnine doğru iç değerlerle uyumlu hale getirmek, böylece iç derinliklere giden yolu açmak. Sanki içsel bir “radyo alıcısı”, konu dışı şeyleri dışarıda bırakarak “Ulu Adam”ın sesini alabilecek şekilde belli bir dalga boyuna ayarlanmış gibidir. Anima bu içsel radyo alıcısını kurarak içsel dünya ve benlik için rehber veya aracı rolünü üstlenmektedir.

Peki, animanın iç dünyaya götüren rehber olması pratikte ne anlama gelmektedir? Bir erkek kendi animasından gelen duyguları, ruh hallerini, beklentileri ve fantezileri dikkate alır ve diyelim ki yazıda, resimde, heykelde, müzik eserinde veya dansta bir biçimde ortaya koyarsa olumlu işlev kendini gösterir. Sonra onun üzerinde sabırla ve acele etmeden çalışırsa derinliklerden gittikçe daha çok bilinçdışı malzeme ile bağlantı kurar.

Ortaçağlarda dini, şiirsel ve diğer kültürel konularda somut, algılanabilir bir spiritüel farklılaşma vardı ve bilinçdışının fantezi dünyası da o güne kadar olduğundan daha açık bir biçimde biliniyordu. Bu dönemde kadına yönelik şövalyelik kültü, erkeğin doğasındaki dişi yönü, iç dünyayla ilgili olduğu kadar dıştaki kadınla ilgili olarak da farklılaştırma çabası gösteriyordu.

Şövalyenin hizmetini sunduğu ve onun için kahramanca eylemler icra ettiği kadın doğal olarak animanın bir kişileşmesi idi. Ne var ki daha sonra animayla ilişkiyi geliştirme yönündeki bireysel ve kişisel çabalar bir kenara bırakıldı, animanın ulvi yanı sadakat ve şükrün nesnesi haline gelen Bakire Meryem figürüyle birleşti. Bakire Meryem her yönüyle olumlu olarak düşünülürken, negatif özellikleri cadılara inanç olarak ifade edildi.

Resmi olarak tanınan bir figür olarak animaya tapınma, ciddi bir dezavantajı beraberinde getirir; bu durumda o bireysel yönlerini kaybetmektedir. Diğer taraftan yalnızca kişisel bir varlık olarak ele alındığında ise şu tehlike ortaya çıkar: Eğer dış dünyaya yansıtılırsa onun bulunabileceği yer yalnızca orası olmaktadır. Bu ikinci durumdaki ilişkiler bitmeyen bir sorun yaratır, erkek gerçek bir kadına takıntılı biçimde bağımlı olur.

Bu aşamada içsel bireyleşme sürecindeki durağanlaşma, yalnızca, fantezileri ve duyguları ciddiye almak için verilen acı kararlarla önlenebilir, çünkü ancak o zaman erkek bu kadın figürünün içsel bir gerçeklik olarak ne anlama geldiğini keşfedebilir. Böylece anima yeniden aslına yani, benliğin çok önemli mesajlarını taşıyan “içerideki kadın”a döner.

Animus: içerdeki erkek

Kadında bilinçdışının erkek olarak biçimlenişi olan animus da tıpkı erkekteki anima gibi hem iyi hem de kötü yönler taşır. Ama animus kadınlarda erotik fanteziler ya da ruh halleri olarak değil, “kutsal” inanışlar olarak ortaya çıkar. Bu tür inanışlar yüksek sesle, ısrarcı, erkeksi bir sesle dışa vurulduğunda ya da başkalarına kaba duygusal sahneler yoluyla empoze edildiğinde, bir kadında altta yatan eril yan kolaylıkla ayırt edilebilir. Ama dışarıdan son derece dişil etki bırakan bir kadında bile animus son derece sert ve acımasız bir güç olabilir. Onda bir anda ser, dik başlı, soğuk, tümüyle ulaşılamaz bir şeylerle karşılaşabilirsiniz.

Bu tür bir kadının derin düşüncelerinde animusun durmadan tekrarladığı favori teması; “Dünyada tek istediğim sevgi -ama o beni sevmiyor” veya “bu durumda yalnızca iki olasılık var ve ikisi de aynı ölçüde kötü” (Animus hiçbir zaman istisnalara inanmaz) Animusun fikrine kolay kolay itiraz edilemez, çünkü genel olarak haklıdır; yine de nadiren tekil bir duruma uygun gibi görülür.

Erkeğin animası nasıl annesi tarafından şekillenirse, benzer şekilde, animusu asıl olarak kadının babası biçimlendirir. Kızının animusuna tartışılmaz, su götürmez biçimde “doğru” fikirlerin -kadının gerçekten kendisi olarak kişisel gerçekliğini içermeyen fikirlerin- özel rengini veren babadır.

Animusun bazen, tıpkı anima gibi, ölüm meleği zebanisi olarak temsil edilir. Mesela bir çingene masalında yalnız yaşayan bir kadın yakışıklı bir yabancıyı -rüyasında onun ölüm kralı olduğu uyarısını almasına rağmen- yanına alır. Adam, bir süre kadınla birlikte olduktan sonra, kadın ona kim olduğunu açıklaması için baskı yapar. Adam eğer bunu açıklarsa kadının öleceğini söyleyerek karşı koyar. Kadın ısrar eder. Adam sonunda kendisinin bir ölüm zebanisi olduğunu söyler ve kadın korkusundan hemen ölür.

Psikolojik açıdan bakıldığında, kadınları ayartarak bütün insan ilişkilerinden, özellikle gerçek erkeklerle ilişkiden uzaklaştıran animusun belli bir şeklini temsil eder; kadını hayatın gerçekliğinden uzaklaştıran, şeylerin nasıl “olması gerektiğine” dair arzu ve yargılarla dolu olan bir dizi hayali düşünceyi kişileştirir.

Negatif animus sadece ölüm ifriti olarak görülmez. Mitlerde ve masallarda haydut ve katil olarak da ortaya çıkar. Örneğin; bütün karılarını gizli bir odada öldüren Mavi Sakal. Bu biçimiyle animus, geceleyin, özellikle duygusal zorunlulukların karşılanmadığı zamanlarda kadınları etkisi altına alan bütün yarı bilinçli, soğuk, yıkıcı düşünceleri kişileştirir. O zaman kadın, aile geçmişi ve benzeri şeyler üzerinde düşünmeye başlar; kötülük ve entrika dolu, hatta onu başkalarının ölümünü isteyecek duruma getiren hesapçı düşünceler ağında gezinir.

Bir eş, gizli yıkıcı eğilimler besleyerek kocasını, bir anne çocuğunu hastalığa, kazaya hatta ölüme sürükleyebilir. Ya da çocuğunu evlilikten uzak tutmaya karar verebilir; bu annenin bilinçli zihninde nadiren yüzeye çıkan en derinlerde gizlenmiş bir kötülük biçimidir (Yaşlı, saf bir kadın, bana bir keresinde boğularak ölen oğlunun 27 yaşındaki fotoğrafını gösterirken, “Onu başka bir kadına kaptırmaktansa böylesi daha iyi” demişti). Garip bir pasiflik ve duygu felci ya da insanı bir tür boşluk hissine sürükleyen derin bir kendine güvensizlik, bazen, bilinçdışı bir animus düşüncesinin sonucu olabilir. Animus derinlerden kadına fısıldar: “ Sen umutsuz bir vakasın. Ne yapsan boş. Nasıl olsa hayatın hiçbir zaman daha iyi olmayacak”.

Ne yazık ki bilinçdışının bu kişiselleştirmelerinden biri ne zaman zihnimizi istila etse, bu duygu ve düşünceler bizim kendimizinmiş gibi görünür. Ego kendini onlarla öylesine özdeşleştirir ki artık onları ayırmak ve ne olduklarını görmek mümkün olmaz. Kişi bilinçdışından gelen figür tarafından gerçekten “büyülenir”. Ancak büyü çözüldükten sonra kişi bunun gerçek düşüncelerine ve duygularına ne denli zıt olduğunu ve yabancı bir psişik etmenin avı haline geldiğini dehşetle farkına varır.

Tıpkı anima gibi animusta da gaddarlık, düşüncesizlik, boş konuşma, içten içe güdülen, takıntılı, kötü düşünceler gibi yalnızca olumsuz özellikler yoktur. Animusun son derece pozitif ve değerli bir tarafı da vardır; yaratıcı faaliyetiyle benliğe köprü kurabilmektedir.

Pek çok efsane ve masalda büyüyle bir yaban hayvanına ya da canavara dönüştürülmüş ve kızın sevgisiyle eski haline dönen bir prensten söz edilir. Bu süreç animusun bilinçli hale gelme biçimini sembolize eden bir süreçtir (Güzel Kız ve Canavar – Güzel ve Çirkin).

Çoğu durumda kadın kahramanın gizemli, bilinmeyen aşığına ya da kocasına soru sormasına izin verilmez, ya da onunla sadece karanlıkta buluşur ve yüzüne bakamaz. Burada kadının ancak kör bir sadakat ve sevgi ile erkeğe güvey olarak geri alabileceği ima edilmektedir. Ama bu bir türlü başarılamaz. Her seferinde sözünden geri döner ve sevdiğine ancak uzun ve zor bir arayış ve acılardan sonra kavuşabilir. Bunun hayattaki paraleli, bir kadının animus sorununa bilinçli biçimde dikkatini vermesinin çok uzun zaman alması ve acı çekilmesidir. Ama o animusunun kim ve ne olduğunun ve kendisine neler yaptığının farkına varırsa ve onlara kapılmak yerine bu gerçekliklerle yüzleşirse, onun animusu artık ona cesaret, nesnellik ve manevi bilgelik gibi eril özellikler bahşeden paha biçilmez bir iç yoldaşa dönüşebilir.

Animusun tıpkı anima gibi dört basamaklı bir gelişim gösterir. Önce salt fiziksel gücün kişileşmesi olarak, örneğin atletik bir şampiyon ya da “kaslı adam” olarak görünür. Bir sonraki aşamada inisiyatif sahibidir ve planlı hareket etme yeteneği vardır. Üçüncü aşamada animus “söz”e dönüşür; genellikle öğretmen veya rahip olarak görünür. Dördüncü tezahürde, animus anlamın bedenlenmiş halidir. Bu en yüksek aşamada o (tıpkı anima gibi) kendisi vasıtasıyla hayatın yeni bir anlam kazandığı dini deneyimin aracısı haline gelir. O zaman kadına manevi bir sağlamlık, onun dış yumuşaklığını telafi eden görünmez bir iç destek verir. Animus bu en gelişmiş biçimiyle bazen kadının zihniyle, yaşının manevi gelişimini birbirine bağlar, böylece kadın yaratıcı yeni fikirlere erkeklerden daha açık hale gelir. Kadim zamanlarda birçok kavimde kadınların kahin ve falcı olarak kullanılmalarının nedeni budur. Pozitif animuslarının yaratıcı cesareti, zaman zaman erkekleri yeni girişimler için motive eden düşünceleri üretir.

Kadının psişesindeki “içsel erkek” anima kısmında söz edilenlere benzer şekilde evlilikle ilgili sorunlara neden olur. Durumu daha da karmaşık hale getiren eşlerden birinin animusun (ya da animanın) etkisi altına girmesinin öteki eş üzerinde kendiliğinden rahatsız edici bir etki bırakması ve diğer eşin de etki altına girmesidir. Animus ve anima her zaman konuşmayı çok alt bir düzeye sürükleme ve sert, öfkeli, huysuz ve duygusal bir atmosfer yaratma eğilimindedir.

Animusun pozitif tarafı, girişimci bir ruhu, cesareti, doğruluğu ve en üst halinde, manevi derinliği kişileştirir. Kadın onun aracılığıyla kültürel ve kişisel nesnel durumunun altında yatan süreçleri deneyimler ve hayatında yoğun bir manevi yaşantıya giden yolu bulabilir. Böylesi bir durumda, doğal olarak, onun animusunun artık eleştirinin ötesindeki düşünceleri temsil etmeyi bıraktığı varsayılır. Kadın kendi inançlarının kutsallığını sorgulama cesaretini bulmalı ve iç ufuklarını genişletmelidir. Ancak o zaman, bilinçdışından gelen önerileri alabilecektir. Ancak o zaman benliğin tezahürleri ona ulaşacak ve bilinçli olarak onların manalarını anlayabilecektir.

İnsan ve Sembolleri, Carl G.Jung
Bireyleşme Süreci, M.-L.Von Franz
Kabalcı Yayınevi

Kaynak: https://holyharmony.wordpress.com

Yorum yazabilirsiniz... isim, e-posta zorunlu değildir yazmazsanız anonim görünür.