.

Bloğumda insan yavrusunun psikolojilk doğumu yani kendiliğin nesne ile kaynaşma ve ayrılması süreçleri hakkında yazılmış olan üç kitapdan alıntıları aşağıda paylaşıyorum. Bu üç kitapdan ilki Edith Jacobson’un “Kendilik ve Nesne Dünyası”, ikincisi  Harry Guntrip’in “Şizoid Görüngü ve Nesne İlişkileri” Kitabı ve üçüncüsü de Sigmunda Freud’un “Grup Psikolojisi ve Ego Analizi” kitabıdır. Başta Mahler olmak üzere diğer kuramcıların yazılarıda bloğumda ayrıca vardır. 

Kendilik ve Nesne Dünyası – Edith Jacobson

Freud (1923), Ben ve İd‘in “Ben ve Üstben (Ben İdeali)” başlıklı bölümde, ben (ego) ve üst ben (süper ego)  özdeşleşmelerinin kuruluşunu açıklar. Başlangıç noktası melankoliğin narsisistik özdeşleşmeleridir: Melankolinin acısını, yitik bir nesnenin ben içinde yeniden inşa edildiği, yani bir nesne yatırımın yerini özdeşleşmenin aldığı varsayımıyla açıklamamız mümkün olmuştu (bkz. Yas ve melankoli- 1917b )

… O zamandan bu yana, böyle bir yer değiştirmenin benin biçimlenmesinde önemli yer tuttuğunu ve “karakter” denilen şeyin oluşmasına çok önemli katkılarda bulunduğunu anlamış bulunuyoruz.

Bireyin ilkel oral aşamasının en başında nesne yatırımı ve özdeşleşme kuşkusuz birbirinden pek ayırt edilemez. […]

Kişi böyle bir cinsel nesneyi terk etmek zorunda kaldığı zaman sık sık, melankolide olduğu gibi, nesnenin bende canlı tutulması olarak tanımlanan ben değişimi olur. Bu yerine koyma ediminin ayrıntıları henüz bilinmiyor. Belki, oral aşama mekanizmasına doğru bir tür gerileme olan bu içe atış ile ben, nesnenin terk edilmesini kolaylaştırmakta ya da mümkün kılmaktadır. Belki de böyle bir özdeşleşme id’in nesnelerini terk etmesi için şarttır. Ne olursa olsun bu süreç erken gelişim aşamalarında çok sık görülür ve benin niteliğinin terk edilmiş nesne yatırımlarının bir izdüşümü olduğu ve bu nesne seçimlerinin tarihçesini içerdiği varsayımına olanak sağlar.[…] Nesne yatırımı ile özdeşleşmenin aynı anda olduğu, yani nesnenin terk edilmesinden önce bir karakter değişiminin gerçekleştiği durumlarda vardır. Bu durumda karakter değişimi nesne ilişkisinden daha uzun yaşayabilir ve bir anlamda onu muhafaza eder. [s. 89-90].

Freud’un bu yorumlarında, yoğunlaşacağımız sorunlara işaret ediliyor: Çocukluk döneminde, narsisistik adı verilen ilkel özdeşleşmelerden, anlamlı ben ve üstben özdeşleşmelerine gelişim ve bu ikisi arasındaki farklar.

Çocukluğun ilk evresi anne-çocuk birimiyle temsil edilir. Bu durum, elbette ki bir süreç ya da bir sürecin sonucu olan özdeşleşme bağlamında değerlendirilemez henüz.

Çocuğun başlangıçta, kendi haz verici duyumlarını, bunlara sebep olan nesnelerden muhtemelen tam olarak ayırt edemediğini birkaç kez belirtmiştim. Doyum veya engellenmeyle nesne arasında bağlantı kurulması ancak algısal işlevlerin yeterince olgunlaşmasından sonra mümkün olur. Bir sonraki bölümde, engellenme deneyimlerinin kendilik ve sevgi nesnesinin farklı olduğunun keşfi üzerinde nasıl yapıcı bir etkide bulunduğunu daha geniş biçimde ele alacağım. Engellenme ve sevgi nesnesinden ayrılma türünden hoşnutsuzluk yaratan deneyimlerin yinelenmesi sonucunda, kayıp birimi yeniden kurma arzusunu ifade eden, doyum nesnesinin (tümüyle) içe alınması fantezileri ortaya çıkar. Bu isteğin coşkusal yaşamımızdaki rolü muhtemelen hiç sona ermez. Hatta normal olarak, cinsel eylemdeki fiziksel kaynaşma ve zevk “özdeşliği” deneyimi, anneyle başlangıçtaki, kaybedilmiş birlikteliğe dönüş duygusundan türeyen mutluluk unsurlarını barındırabilir. Bu arzuların başlangıçtaki yoğunluğu ve kalıcılığı Bowlby’nin, altıncı ya da yedinci ayda ortaya çıkan ayrılma kaygısının önemine yaptığı vurguyu haklı çıkarmaktadır.

Anneyle (memeyle) kaynaşma ve bir olmaya yönelik ilk arzu dolu fanteziler, kuşkusuz, tüm nesne ilişkilerinin ve gelecekteki tüm özdeşleşme tiplerinin üzerine kurulduğu temeli teşkil eder. Freud’un “birincil özdeşleşme” terimini kullanmaktan özellikle kaçındım. Bu terim, anneyle, gerek nesne dünyasının keşfinden ve nesne dünyasına yatırımdan gerekse aşağıda ele alacağım Oidipus öncesi özdeşleşme tiplerinden önceki bir dönemdeki ilk birlik durumuna atıfta bulunduğu için bir parça muğlak kalıyor.

Şimdi bu fantezileri, bebeğin yaklaşık üç aylıkken, sevgi nesnesini ya da en azından kısmi nesneleri kendinden ayrı varlıklar olarak algılayabilmeye başladığındaki içgüdüsel etkinlikleri ile bağlantılı olarak daha yakından inceleyelim (Spitz 1957). Ne zaman annesi tarafından beslense veya onun bedenine yakın olsa, (oral ve görsel, solunumla veya deri aracılığıyla) içine aldığı anneyle yeniden tamamen birleşme fantezisi doyuma ulaşacaktır. Böylece doyuma ulaşılmasıyla “kendilik” ve “sevgi nesnesi” “imgeleri” geçici olarak kaynaşacak ancak içgüdüsel ihtiyaçların ve açlık, engellenme, anneden gerçek anlamda ayrılma gibi saldırgan ve libidinal arzuları uyandıran deneyimlerin artması ile bu “imgeler” yeniden ayrılacaktır.

İşte gelecekteki nesne ilişkilerinin öncülü olan, acıkmış çocuğun besine, libidinal doyumlara ve anneyle fiziksel kaynaşmaya duyduğu bu istek, aynı zamanda kendilik ve nesne imgelerinin yeniden birleşmesiyle başarılan ilk ve ilkel tip özdeşleşmenin de kaynağıdır. Kendilik ve nesne imgelerinin bu yeniden birleşmesine, algısal, algısal işlevlerde geçici bir zayıflama ve bu nedenle ben oluşumunun başlangıç düzeyinden daha erken ve daha az farklılaşmış bir duruma dönüş eşlik edecektir.

Bu tip bir özdeşleşme, Oidipus öncesi ve ilk oidipal evre boyunca, hatta bir dereceye kadar sonrasında da, bebeğin ruhsal yaşamında baskın bir rol oynar. Aslında, olgunlaşmış ruhsal örgütlenmede de hâlâ buna rastlanır.  Yukarıda bütün kendiliğin ilişkiye girilen kişiyle kaynaşmış göründüğü cinsel deneyime değinmiştim. Şimdi de yetişkin benin, sadece sevgi nesnelerimizle değil, bütün çevremizle her düzeyde duygu ve fantezi özdeşleşmeleri kurabilmek amacıyla, kendilik ve nesne imgeleri arasında bu türden birleşmelere dayalı içe yansıtma ve yansıtma mekanizmalarını büyük ölçüde kullandığını eklemek istiyorum. Başkalarına, özellikle de sevdiklerimize karşı duyduğumuz incelikli ve eşduyumlu anlayış, bu tür geçici -kısa ömürlü ya da daha uzun süreli- özdeşleşmelere dayanır. Ne var ki, bene hizmet eden bu tür  geçici birleşmeler normal durumlarda kendilik ve nesne imgeleri arasındaki sınırları zayıflatmazken, ilk çocukluk aşamasında bu tür sağlam sınırlar henüz yerleşmemiştir. Fantezi ve duygu özdeşleşmeleri olgun kişisel ilişkilerle ve sağlam ben ve üstben özdeşleşmeleriyle birlikte var olup iş birliği yaptığı sürece, bu tür birleşmeler bir kimsenin kimlik duygularını hiçbir şekilde etkilemez…

Çocuk analistleri, çocuğun sevgi nesneleriyle kaynaşmaya yönelik bilinçli fantezilerinin üç yaşına kadar normal gelişim sınırları dâhilinde olduğu konusunda hemfikirdirler. Fakat daha önce belirttiğim gibi, Oidipus öncesi dönemin çok sonrasında bile bilinçdışı kendilik ve nesne imgeleri hızla değişmeye, ayrılmaya ve tekrar kaynaşmaya meyillidir. Çocuğun kendisinin ve sevgi nesnelerinin ayrı varlıklar olduğunu tam olarak fark ettiği aşamada bile, içgüdüsel ihtiyaçlarının birçoğunun tatmini ve ben işlevlerinin çalışması için anneye bağımlılığı, annenin ve kendiliğin imgelerinin tam olarak ayrılmasını engelleyecektir. İçgüdüsel doyumlar, fiziksel ve coşkusal yakınlık, annenin sağladığı destek, koruma ve rehberlik, tekrar tekrar anne ve kendilik imgelerinin birleşmesine yol açacak; böylece anne(ve baba) imgesi genel olarak birkaç yıl boyunca çocuğun kendilik imgesinin sadece bir uzantısı olmaya devam edecektir. Çocuğun annesi ile ilişkisine “narsisistik” nitelikler kazandıran işte budur. Anneyle ilişki çok yoğundur. Ama bebek, anne artık sadece ihtiyaçlarını doyuran bir nesne olmaktan çıkıp bir dokunma nesnesi haline geldiğinde bile, başkalarını önemseme anlamında sevme yetisinden henüz yoksundur ve hâlâ büyük ölçüde değerli kendiliğiyle meşguldür. Ebeveynin tutumlarına uyum göstermek zorunda olsa ve bunu yapsa bile, kendi ihtiyaçlarına hizmet etmediği veya bunlarla uyum içerisinde olmadığı sürece ebeveynin ihtiyaçlarını anlayamaz ve bunlara saygı duyamaz.

Yukarıda betimlenen sevgi nesnesiyle birleşme fantezilerinin kökeni çocuğun annesiyle ortakyaşamsal(simbiyotik) ilişkiye dayansa da, sevgi nesnelerini taklit etmeye yönelik giderek artan çabalarından daha etken bir ilkel özdeşleşme gelişir. Fenichel, Nevrozun Psikanalitik Kuramında bu dönemde halen baskın durumdaki alıcı çocuksu fantezilerle yaşamın ilk yılında başlayan ancak devinim aygıtlarının katılımını gerektiren sevgi nesnelerinin taklitleri arasındaki yakın bağlantıları ve ilişkileri açıklar (1945). Bu taklitler anne ile çocuk arasındaki yakın, eşduyumlu bağlara ortaya çıktığı için muhtemelen ilkel duygusal özdeşleşme diyebileceğimiz şeyden kaynaklanır. Annenin kendi duygusal ifadeleriyle çocukta doğrudan duygu ortaya çıkarabilmesi -Sullivan’ın kaygı kuramının temelini oluşturan olgu iyi bilinen, fakat açıklanması güç bir olgudur.  Çocuklar üzerinde yapılan gözlemler; çocuğun jestleri, tonlamaları ve annenin görülebilen ve işitilebilen diğer duygu tezahürlerini algılamaya, taklit etmeye ve bunlara karşılık vermeye çok erken bir dönemde başladığını açıkça ortaya koymuştur. Anne ve çocuğun boşalım örüntülerinin karşılıklı bir “uyum” içine girmesinden daha önce söz etmiş ve annenin çocukla etkileşiminin çocuğun uyanan coşkusal yaşamını ve ben işlevlerini nasıl uyardığını ve hazırladığını açıklamıştım. Çocuğun, ebeveynin coşkusal ifadelerini taklidinin buna dayandığı ve anne ile çocuk arasındaki ilk karşılıklı duygusal-devinimsel özdeşleşmelerin, çocuğun ebeveyninin işlevsel etkinliklerini taklit etmesinden önce geldiği ve buna öncülük ettiği tahmininde bulunabiliriz.

Çocuğun gelişen devinimsel etkinlikleri, yürümeyi, konuşmayı, ebeveyni gibi davranmayı öğrenmesi ve içgüdüsel kontrolün başladığını gösteren temizlik eğitimi gibi becerilerinin tümü, şüphesiz ben oluşumunun ilerlediğini gösterir. Ancak, ebeveynin yaptıklarını oyun şeklinde taklit etmesi başta sadece gerçek ben özdeşleşmelerinin öncülü olduğu gibi, tepki oluşumlarının başlaması da üstben oluşumunun ilk habercileridir. Aslında çocuk, ebeveynden edinilmiş ben tutumlarını ve karakter özelliklerini geliştirmeye, gerçek ben ilgileri göstermeye, ebeveynin model ve taleplerinin belirlediği anlamlı ben işlevlerini uygulamaya başlamazdan önce, ben özdeşleşmelerinden söz edemeyiz.

Başlangıçta bebeğin annesini, onun jestlerini, davranışlarını, hareketlerini taklit etmesi, aslında anlamlarının farkında olmaksızın yapılan, salt anneyle yakın eşduyum bağları üzerine kurulmuş, sadece biçimsel “mış gibi” etkinliklerdir. Henüz asıl amaçları sevgi nesnelerine gerçekten benzemeyi başarmak değildir. Bu aşamada çocuk hâlâ annesini taklit etmenin, “anneyi oynamanın”, anne olmak veya anne haline gelmek demek olduğuna inanmaya meyillidir. Bu tür büyülü, yanılsamalı fanteziler, çocuğun annesini kendisinin bir parçası olarak tutmayı ve dış gerçeklikle kendi iç gerçekliğini ayırmaksızın anneyle kaynaşmak gibi ilkel bir amaca bağlı kalmayı ne kadar istediğini gösterir.

Asıl gelişme, çocuğun bu amaca ulaşmak için duyusal doyumlar ve sevgi nesnesiyle fiziksel yakınlık kurmakla yetinmeyip kendi etkinliğini de seferber etme yönünde giderek artan isteğinde kendini gösterir. Ancak gerçekliği algılama kapasitesinin yetersizliği, sevgi nesnelerinin ve kendisinin sınırlarından bağımsız olarak, büyülü ve arzulu fantezilerine uygun biçimde nesne ve kendilik imgelerini birleştirip bunları genişletmesine hâlâ imkân tanır.

Bu, yukarıda değindiğim gibi, yatırımda sürekli kaymaların ve değişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Kendilik ve nesne imgelerinin yanı sıra farklı nesnelerin imgeleri de geçici olarak birleşir ve ayrılıp tekrar bir araya gelirken, libido ve saldırganlık sürekli olarak sevgi nesnesinden kendiliğe veya kendilikten sevgi nesnesine, ya da bir nesneden diğerine dönmektedir. Eşzamanlı olarak, çift değerliliğe dayanıklılık gelişinceye kadar, bir bileşik imge birimine yalnızca libido yatırılırken bütün saldırganlığın başka bir birime yönlendirilmesi eğilimi görülür. Bu yatırım süreçleri çocuğun sevgi nesnesini içe alma ve dışa atmaya yönelik bilinçdışı fantezilerine dayanan içe yansıtma ve yansıtma mekanizmalarında ifadesini bulur. Bu aşamada çocuk, ebeveynin tümgüçlülüğüne “büyülü katılımını” gösteren geçici büyüklenmeci fikirlere dönüşümlü olarak itaat, bağımlılık ve izleme tutumları ve davranışları sergiler. Tümgüçlü anneye çaresizce ve edilgen bir bağımlılık ile kendiliğini genişletmek ve sevgi nesneleri üzerinde güçlü bir tahakküm kurmaya yönelik etken ve saldırgan yönelişler arasında kararsızlıklar görülür.

Levin, taşkınlığa ilişkin ilginç çalışmalarında (1950), bu birbirine karşıt etken-saldırgan ve edilgen-itaatkâr tutumların oluşumsal kaynağını, çocuğun ilk oral doyum deneyimlerinin değişik evrelerinde arar. Sevgi nesnesini yutmak veya onun tarafından yutulmak fantezilerinden yola çıkarak, çocuğun anneyi kendisinin bir parçası yapma veya onun bir parçası olma arzularının bulunduğunu varsayabiliriz. Levin’e göre bu arzuların kökenleri oral doyumun iki evresine kadar gider: Çocuğun saldırganca memeye yapışarak süt emdiği birinci evre ve rahatlayarak edilgen hale geldiği ve sonunda uykuya geçtiği (üçüncü evreye ulaşan) ikinci evre.

Oidipus öncesi ve erken ödipal dönemde çocuğun, tutarsızlığı giderek derinleşen edilgen-itaatkâr veya etken-saldırgan davranışı, şüphesiz, tümgüçlü ebeveynine sevgi ve güven dolu hayranlık ile sevgi nesnelerinin hüsrana uğramış ve güvensiz bir biçimde değersizleştirilmesi arasında gidip gelen çift değerli coşkusal dalgalanmalarla baş başa gider. Oidipus öncesi çocuğun büyülü fantezi dünyası ancak aşamalı olarak terk edilir; ödipal dönemde elbette bu dönemin kalıntıları görülecektir. Birinci bölümdeki alıntıda, Freud’un “Narsisizm Üzerine Bir Giriş” adlı makalesinde(1914) çocukların, ilkel insanların ve şizofrenlerin megalomanca tutumlarını, düşüncelerin tümgüçlülüğüne ve sözcüklerin büyüsüne olan inancını ”birincil narsizm”in kanıtı olarak betimlediğini hatırlayalım. Aslında bu tutumlar, başlamakta olan “ikincil narsizm’in ya da daha doğru bir ifadeyle, ben oluşumunun Oidipus öncesi aşamasının ve aralarında henüz zayıf sınırlar bulunan kendilik ve nesne imgelerinin kurulma ve yatırımının başlama tezahürleri gibi görünmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla psikotik ben bu aşamalara kadar gerilemektedir.

Diğer taraftan Freud’un melankoliklerin “narsistik özdeşleşmelerini” oluşturan açıdan daha eski mekanizmalar olarak görmesine karşın, Ben ve İd’de ben ve üstben özdeşleşmelerine bağladığını, ancak iki mekanizma arasındaki karakteristik ve son derece önemli farklılıklara değinmediğini görüyoruz.

Şizofrenik ve manik-depresif psikoz hastaları üzerinde yapılan, ben oluşumunun ilk aşamaları açısından bir hayli bilgilendirici olan gözlemler, bu tür ilkel özdeşleşmeler ile gerçek ben ve üstben özdeşleşmeleri arasında oluşumsal bağlantılar olduğunu doğrulamakta, fakat aralarındaki belirgin farklılıkları da ortaya çıkarmaktadır.

İlk özdeşleşme tipleri ile ilgili olarak, doğaları itibariyle büyüsel olan bu özdeşleşmelerin, kendilik ve nesne imgeleri arasındaki, kendilik ve nesne arasındaki gerçekçi farklılıkları göz ardı eden birleşmelere tekabül eden ilkel içe yansıtma veya yansıtma mekanizmaları üzerine kurulduğunu tekrarlamak istiyorum. Bunlar çocuğun yanılsamalı fantezilerinde, nesnenin bir parçası olduğu ya da onu taklit ederek ya da oymuş gibi davranarak nesne haline gelebileceği şeklinde ifadesini bulacaktır. Küçük çocuklarda geçici ve geri çevrilebilir nitelikte olan bu düşünceler, psikoz hastalarında saplantılı ve sanrılı inançlara dönüşebilir. Melankolik bir hasta, gerçeklikten bağımsız olarak, sanki sevgi nesnesi kendisiymiş gibi kendisinden nefret edip kendisini suçlayabilirken, şizofren bir hasta bilinç düzeyinde bile başka bir kişi olduğuna inanabilir(Jacobson 1954)

Burada özellikle Melaine Klein’ın nesne imgesi ve üstben oluşumuyla ilgili fikirlerine göndermede bulunarak, tüm özdeşleşme biçimlerinin temelini oluşturan içe yansıtma ve yansıtma mekanizmaları üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.

Dış nesneler ile bunların ruh içi temsilleri arasında yeterince açık bir ayrım yapmamamız kuramsal kesinlik açısından oldukça genel bir sorun oluşturmaktadır. Melaine Klein (1934) bu temsilleri, kendisi ve takipçilerinin deyimiyle “içselleştirilmiş” (internalized) ya da “içe yansıtılanlar”dan (introjects) ayırt etmeyerek ve bu terimleri açık bir biçimde tanımlamayarak bu karışıklığı daha da artırmıştır. “İçe yansıtılanlar”ı çocuksu üstben ile eş tutması kullandığı kavramları iyice yanıltıcı hale getirmiştir.

Öncelikle, içe yansıtma ve yansıtma terimleri, sonucunda kendilik imgelerinin nesne imgelerinin özelliklerini üstlendiği (ya da tam tersi) ruhsal süreçlere göndermede bulunur. İçe yansıtma ve yansıtma mekanizmaları, ilk çocukluktaki içe alma ve dışa atma fantezilerinden kaynaklanır ve bunlardan ayırt edilmelidir. Bu mekanizmalar, ayrıntılı değişimler geçirir, savunmaya hizmet edebilir ve psikoz hastalarında telafi amaçlı kullanılır.

Oidipus öncesi narsisistik aşamada kaba içe yansıtmalı ve yansıtmalı mekanizmalar, haz-hoşnutsuzluk deneyimleri ve algısal deneyimlerle birlikte, kendilik ve nesne imgelerinin ve dolayısıyla nesne ilişkilerinin kurulmasına katkıda bulunur. Küçük çocuğun, kendilik ve nesne imgeleri arasındaki sınırların zayıflığına ve bu imgeler arasında ciddi yatırımsal kaymalar olmasına yol açan, dış dünyayı iç dünyadan ayırt etme kapasitesindeki sınırlılık, içe yansıtmalı ve yansıtmalı süreçlerin sürekli işler tutulmasına destek olur. Bu nedenle, yaşamın ilk yıllarında çocuğun kendilik ve nesne imgelerinin hâlâ az çok içe yansıtmacı ve yansıtmacı nitelikler taşıdığı son derece doğrudur.

Ancak, gerçekçi nesne ve kendilik temsillerinin kurulması, giderek içe yansıtmacı ve yansıtmacı mekanizmalar yerine algı ve kendine yönelik algı işlevlerinin olgunlaşmasına, başka bir deyişle gerçeklik sınamasına dayalı hale gelir. Yine de, içe yansıtmacı ve yansıtmacı mekanizmalar, giderek daha incelikli ve işlenmiş bir hale gelmekle birlikte, özdeşleşme süreçlerinde ve ilkel birleşmelerden çocuksu ben ve üstben gelişiminin temelini oluşturan seçici özdeşleşmeler aşamasına ilerlemede temel rol oynamaya devam eder.

Bundan dolayı, yetişkin hastalarda bir nesne imgesinin diğeriyle, sözgelimi annenin psikanalistle yer değiştirmesine dayanan aktarım süreci ile yansıtmayı birbirine karıştırmamalıyız. Tabii ki, aktarım görüngülerinde, örneğin psikanalistin,  hastanın üstbeninin veya id yönelişlerinin temsilcisi haline gelmesi gibi yansıtma mekanizmaları söz konusu olabilir. Normal veya Nevrotik yetişkinlerin nesne veya kendilik imgelerini doğrudan “içe yansıtılanlar” olarak tanımlamak da aynı derecede hatalıdır. Nesne imgelerinin içe yansıtılarak kendilik imgelerine yansıtılması veya kendilik imgelerinin nesne imgelerine yansıtılması aslında psikotik özdeşleşmelere özgü bir durumdur. Ayrıca, psikoz hastaları dış dünyadaki belli bir kişiye hiçbir zaman bağlanmayan, sanrılı yansıtmalı nesne imgeleri de geliştirebilirler. Bu hastaların, geçmişteki veya şu andaki gerçekçi dış nesnelere pek benzemeyen ilk çocukluk nesne imgelerinin içe yansıtılması yoluyla sanrılı kendilik imgeleri geliştirmesi de mümkündür.

Melaine Klein’ın “içselleştirilmiş” ya da “içe alınmış” nesnelerle ilgili fikirleri (1934), çok küçük çocuklar ve gerçekçi nesne ve kendilik temsilleri oluşumunun ilginç ara aşamalarını sergileyen psikoz veya sınır durun hastaları üzerinde gerçekleştirilmiş gözlemlerden üretilmiş çıkarımlar gibi görünmektedir. Bu hastaların ruhsal işlevlerini veya vücut organlarını bazen kendiliklerinin bir parçası, bazense nesneler, yani kovmak istedikleri yabancı bedenler gibi deneyimleyebilirler. Ya da bazen kendi ruhsal ve bedensel kendiliklerinin parçalarını dış nesnelere bağlayabilir, bazen de dış nesnelere gerçekçi nesne nitelikleri atfedebilirler. Küçük çocuklarda “geçiş nesneleri”, Winnicott’ın(1953) mükemmel bir biçimde açıkladığı gibi, narsisistik nesne ilişkilerinden gerçek nesne ilişkilerine doğru ilerlemede ara aşamaların karakteristik tezahürleridir.

Bu tür gözlemler, ele aldığım gelişim döneminin ayrıntılı biçimde araştırılması açısından şüphesiz son derece öğretici ve yararlıdır. Bu gözlemler ayrıca, nesne imgelerinin tesisinin, küçük çocukların “iyi” sevgi nesnelerini kendiliklerinin bir parçası yapmak ile “kötü” nesneyi ondan ayırmak şeklindeki çift değerli eğilimlerini uzlaştıran bir çözüm anlamına gelip gelmediği sorusunu da gündeme getirir. Nesne imgeleri “ruh içi” oluşumlar oldukları sürece elbette ki iç dünyanın, yani kendiliğin parçadır; ancak nesne olarak kendilik imgesinden ayırt edildiklerinde, bu dünyadan ayrılır ve ayrı tutulurlar.

Son olarak, Melaine Klein’ın gözlemlerinin çok değerli olduğunu vurgulamalıyım. Ne var ki, kuramsal sonuçları inandırıcılıktan uzak, terminolojisi de fazlasıyla zihin karıştırıcı.

Kaynak: Edith Jacobson’un “Kendilik ve Nesne Dünyası” Kitabı  Sayfa 41


Şizoid Görüngü ve Nesne İlişkileri – Harry Guntrip

Özdeşleşme ve Çocuksu Bağımlılık

Şizoid sorunların, genelde nesnelerle ilişkilerin ve onlara bağımlılığın çocukluktaki ilk biçimi olarak görülen özdeşleşmeyle bağlantısından daha önce söz edildi. Zaman zaman analizin, meslekten olmayan birinin gerçek yaşama uygulamayacağı tuhaf bir terminoloji icat ettiği yolunda eleştiriler yapılır. O zaman bizde sevgi nesnesiyle özdeşleşme durumunu, başarılı bir dedektif romanları yazarı olan Ngaio Marsh’ın (1935) sözleriyle açıklayalım. Yazar, Enter a Murderer adlı yapıtında, olgunlaşmamış kişiliğini bir uyuşturucu bağımlısı ve şantajcı olarak dışa vuran Surbonadier adlı başarısız bir oyuncu karakteri yaratmıştır. Yapıtın baş kadın karakteri olan Stephanie Vaughan şöyle der: “Bana deli gibi âşıktı. Aslında bu sözcükler yeterli değil. Sanki benim dışımda hiçbir gerçeklik tanımıyormuşçasına sadece ve sadece benimle meşguldü.” Başka bir deyişle, adam sevgi nesnesi tarafından yutulmuştu, kendi başına gerçek bir bireyselliği yoktu ve Stephanie’den ayrıyken var olamıyordu. Sanki annesinin ruhundan doğmamış, başlı başına ayrı ve gerçek bir kişi olarak farklılaşmamıştı ve başka birisiyle özdeşleşme tüm kişisel ilişkilerinin temelinde yatmaya devam ediyordu. “İçinde ve dışında” izlencesinin yarattığı sorunların ağına düşen ve gerçek nesne ilişkilerini sürdüremeyen şizoid kişi yenik düşerek geri çekilir ve bundan sonra benini sürdürmesinin tek yolu özdeşleşmedir. Nesne ilişkilerinde uğradığı güçlükler, temelde özdeşleşme batağına gömülmüş olmasından ötürüdür, her zaman buraya sığınabilir ve gerçekten de hep gizlice buraya doğru sürüklenir.

Bir hasta “Evden çıkıp gidecek olsam sanki bir şey yitirmişim duygusuna kapılıyorum, ama evdeykende kendimi hapsedilmiş gibi hissediyorum. Yazgımın onlarınkine bağlı olduğunu ve bundan kaçamayacağım duygusu içindeyim, buna karşın onların beni hapsettiklerini ve yaşamımı mahvettiklerini hissediyorum.” demişti. Başka bir hasta düşünde kendisini “bir başkasına yamalanmış” olarak görmüş, kırk yaşındaki erkek hasta “Neden kız kardeşimle aram bozuk olsun? Sonuçta ben kız kardeşimim.” dedikten sonra ağzından çıkan bu sözlere kendisi de şaşırdı. Çocukken birlikte oyun oynadığı bir erkek akrabaya duyduğu körlemesine ve zorlantılı özlemi yenmeye çabalayan genç evli bir kadın “Hep kendimi o, onu da kendim olarak hissettim. Onun çevresinde dönüp dolaşma ve onun için her şeyi yapma gereksinimi duyuyordum. Bana hep dokunmasını istiyorum. Onunla aramda bir fark yokmuş gibi hissediyorum,” dedi. Delicesine sevdalanma gibi duygularda görülen zorlantının nedeni özdeşleşmedir. Özdeşleşme çeşitli ve tuhaf biçimlerde, örneğin canlı gömülme, yani başka birisince özümlenme, ana rahmine geri dönüş biçiminde ortaya çıkar. Kişiyi başını bir havagazı fırınının içine sokmaya götüren intihar itkisi ya da başka birisinin giysilerini giymek de bunun dışavurumlarıdır. Bir gece eşi dışardayken panik duygusuna kapılan bir kadın hasta, onun pijamalarını giydiğinde kendini güvende hissetmiştir.

Şizoid hastanın dışşal dünyayla ilişkilerinde özdeşleşme temel bir sorundur, çünkü nesnelere aşırı bağımlılık tehlikesine yol açar, onlar tarafından özümlenme korkusu yaratır ve ruhsal olarak kopma biçimindeki savunmayı zorunlu kılar. Böylece, başlangıçtaki doyurucu olmayan dış dünyadan şizoid tarzda geri çekilme, tehlikeli ilişkilere karşı bir savunma olarak bu kopma engeliyle pekişir. Bir hasta, herhangi bir yakın kişisel bağlanmayı göze almaksızın kişiliğini sürdürme yolu olarak kendini işiyle özdeşleştirdi. Daha sonrada, ısrarla, emekli olduğunda hiçbir kimliği kalmayacağı için intihar etmek zorunda kalacağını söylemeye başladı.

Çözünen Özdeşleşme, Ayrılma Kaygısı ve Ruhsal Yeniden Doğum

Rahatlama ve güvence uğruna özdeşleşmiş kalmaya yönelik gerilemeli itki, özdeşleşmeyi çözerek ayrı bir kişilik olarak farklılaşmaya duyulan gelişimsel gereksinimle çatışır. Bu çatışma, dönüşümlü seyri dolayısıyla “içinde ve dışında” izlencesini oluşturur. Özdeşleşme derecesi doğal olarak değişkendir; ama özdeşleşmenin temel önemde olduğu belirgin ölçüde şizoid kişi, başka birisiyle ilişkisi herhangi bir derecede coşkusal gerçeklik kazanmaya başlar başlamaz, tüm gerçek duygu, düşünce ve eylem bağımsızlığını yitirmeye başlar. Tek bir örnek bunu aydınlatmaya yetecektir.

Bir hasta şunları söylemişti. “Dışarıya çıkma kapasitesinden yoksun olduğumu hissediyorum. Sevdiğim kişilerden hiçbir zaman ayrılamıyorum. Eğer dışarıya çıkarsam, içim boşalıyor. Kendimi yitiriyorum. Bunu aşamıyorum. Eğer size bağımlı hale gelirsem bu bağımlılık öylesine hoşuma gidecek ki, bebekliğimi sürdürmek isteyeceğim. Kapatılma demek, sıcak ve güvende olmak, önceden kestirilemeyen olaylarla karşılaşmamak demektir.” Ama bu çeşit güvenlik aynı zamanda bir hapishane anlamına gelir, bu nedenle de hasta sözlerini şöyle sürdürmüştü: “Kapalı bir ortamda bir aşağı, bir yukarı yürüdüğümü hissediyorum. Düşümde, bir havagazı fırınının içinden doğan bir bebek gördüm [yani, intihar fikrinin tam tersi]. Fırından dışarıya çıkmanın yarattığı tehlike bana dehşet verdi, fırının kapağından aşağıya düşme mesafesi çok uzundu. Dışarı çıkarsam, çözüldüğümü hissediyorum. Gerçek olma duygusuna yalnızca eve dönünce ve birisiyle birlikte olunca varıyorum. Evde kimse olmasa bile kendimi içeride yalnız hissetmiyorum. Bazen sanki uçaktan düşüyormuş, ya da suya dalıp dibe çarpacakmışım gibi geliyor, ama böyle bir şey olmuyor. Kendimi pencereden aşağıya atmak için güçlü bir itkim var.” Bu “Doğum sembolizmi”, intihar itkilerinin tam tersi anlamları olabileceğini göstermektedir. Havagazı fırını ana rahmine geri dönüş, anneyle özdeşleşmeye teslim olma anlamına gelmektedir. Pencereden ya da havagazı fırınından düşmek de ayrılma ve doğma mücadelesi demektir. Özdeşleşmeyi çözme uzun ve şiddetli bir mücadele gerektirir ve analizde olgun yetişkin kişinin karakteristiği olan, gönüllü bağımlılık ve bağımsızlığın normal bir karışımını kazanarak tüm büyüme sürecini özetler. Kaygının bir nedeni, ayrılmanın doğal büyüme ve gelişme değil, şiddet yüklü, öfkeli, yıkıcı bir kopuş anlamına geldiği duygusudur; sanki bebek doğarken geride ölen bir anne bırakmak zorundadır. Ama ayrılma kaygısının başlıca nedeni ayrılmanın beni yitirme anlamına geleceği duygusudur.

Şizoid kişi, bir ilişkinin ister içinde olsun ister dışında, tam bir kayıpla ve hem beninin hem de nesnesinin yıkımıyla karşı karşıya olduğunu hisseder. Bir ilişkide,  özdeşleşme ben kaybına, içe alma ise nesneyi açlıkla yutup kaybetmeye yol açar. İlişkiyi bozup bağımsızlaşmaya çalışırken, özgürlük için girişilen savaşta nesne yıkıma uğrar ya da ayrılma yoluyla yitirilir ve ben özdeşleştiği nesnenin yitirilmesiyle yıkıma uğrar yahut bomboş hale gelir. Tek gerçek çözüm özdeşleşmenin çözülmesi ve kişiliğin olgunlaşması, ben ve nesnenin farklılaşması ve iş birliğine dayalı bir bağımsızlık ve karşılıklılık için gerekli kapasitenin gelişmesi, yani ruhsal yeniden doğum ve gerçek bir benin gelişimidir.

Kaynak: Harry Guntrip ” Şizoid Görüngü ve Nesne İlişkileri” Kitabı

 


Sigmunda Freud – Grup Psikolojisi ve Ego Analizi

Özdeşleşme

Özdeşleşme, psikanaliz tarafından başka insanlarla olan duygusal bağların en eski tanımlaması olarak bilinir. Özdeşleşme Oidipus kompleksinin tarihinde önemli bir tol oynamaktadır. Küçük bir erkek çocuğu babasına özel bir ilgi gösterir; babası gibi büyümek ve onun gibi olmak ister ve onun yerine geçmek ister. En basit şekliyle diyebiliriz ki babasını kendine örnek alır. Bu davranış çocuğun babasına veya genel olarak erkeklere pasif olarak ya da feminen yaklaşımla başarılmaz; tam tersine tipik olarak maskülendir ve Oidipus kompleksinin tanımına çok iyi uymaktadır.

Çocuğun babasıyla özdeşleşmesiyle birlikte ya da biraz daha sonra bağlılık tarzına(anaklitik) göre annesine gerçek bir nesne yükü geliştirmeye başlar. Çocuk daha sonra psikolojik olarak ayrı iki tür bağ gösterir: annesine karşı doğrudan cinsel bir nesne yükü ve model olarak aldığı babasıyla bir özdeşleşme. Her iki bağda belirli bir süre karşılıklı bir etki ya da müdahale olmadan yan yana geçinip giderler. Zihinsel hayatın birleşmesine doğru karşı konulamaz ilerlemenin sonucunda, en sonunda bu iki bağ bir araya gelir ve Oidipus kompleksi bu ikisinin birleşmesinden doğar. Küçük çocuk annesine ulaşan yolda babasının durduğunun farkına varır. Çocuğun babasıyla olan özdeşleşmesi sonra düşmanca bir görünüşe bürünür ve annesini düşünerek babasıyla yer değiştirmek ister. Aslında özdeşleşme ilk başta çelişkilidir, başkasının ortadan kalma isteği gibi kolaylıkla duyarlılık ifadesi olarak değişebilir. Libido organizasyonu arzu ettiğimiz nesnenin ve ödülün yeme ile asimile edildiği ve bu şekilde yok olduğu oral evrenin türevi gibi hareket eder. Bildiğimiz gibi yamyam bu noktada durur; düşmanlarına yiyip bitirici bir düşkünlüğü vardır ve sadece ona düşkün olan insanları yiyip bitirir.

Baba ile özdeşleşmenin sonraki gelişimi kolaylıkla ortadan kalkabilir. Oidipus kompleksi tersine çevrilebilir ve baba cinsel isteklerin tatmin olmak istediği nesne olarak düşünülebilir. Bu özdeşleşme olayında baba, onunla olan bir nesne bağının öncüsü olur. Aynı şey gerekli olan yerine geçme ile kız çocuğu içinde geçerlidir.

Baba ile özdeşleşme ve babayı bir nesne olarak seçmek arasındaki ayrımı bir formülle yapmak kolaydır. İlk durumda kişinin babası kişinin ne olmak istediğidir. İkinci durumda ise baba kişinin sahip olmak istediğidir. Bu ayrım, bağlılığın egonun öznesi mi yoksa nesnesi mi olduğuna bağlıdır. İlk türdeki gibi bir bağ herhangi bir cinsel nesne seçimi yapmadan önce zaten mümkündür. Ayrımın metapsikolojik bir açıklamasını yapmak oldukça zordur. Sadece görebiliriz ki özdeşleşme bir kişi model alındıktan sonra insanın egosunu şekillendirmek için çaba harcar.

Özdeşleşmenin karışık bağlantılarından ziyade Nevrotik belirtilerin yapısında olduğu zamanı çözelim. Farz edelim ki küçük bir kız çocuğu annesi gibi aynı can sıkıcı (örneğin ıstıraplı öksürük) belirtileri geliştirmiş. Bu çok çeşitli şekillerde olabilir. Bu özdeşleşme Oidipus kompleksten geliyor olabilir. Böyle bir durumda özdeşleşme kızda annenin yerine geçmek için beslediği düşmanca isteğin ve kızın babasına karşı beslediği nesne sevgisinin açıklanmasının önemini artırıyor. Özdeşleşme, annesinin yerinde olmak istemesinin suçluluk duygusuna bir gerçeklik kazandırıyor “Annen olmak istedin ve şimdi sen sensin.” Bu histerik bir belirti yapısının bütün işleyişidir. Ya da, diğer taraftan, sevilen insandaki belirtilerle aynı olabilir. Örneğin, Dora, babasının öksürüğünü taklit etti. Bu durumda gelinen noktayı bu özdeşleşme nesne seçiminin yerine ortaya çıktı ve bu nesne seçimi özdeşleşmeye geri döndü diyerek tanımlayabiliriz. Öğrendik ki özdeşleşme duygusal bağın en eski ve asıl biçimidir. Bastırma ve bilinçaltı mekanizması baskınken belirtilerin oluştuğu durumlarda nesne seçimi özdeşleşmeye geri dönüyor (ego nesnenin özelliklerini üzerine alıyor). Bu özdeşleşmelerde ego bazen sevilmeyen bazen de sevilen bir insanı taklit ediyor. Her iki durumda da özdeşleşme kısmi ve oldukça kısıtlıdır, nesnesi olan insandan sadece bir özellik alır.

Belirti oluşumunda sık sık ve önemli olan, taklit edilen insanla olan her türlü nesnesel özdeşleşmenin bırakıldığı üçüncü bir durum vardır. Farz edelim ki yatılı okuldaki kızlardan bir tanesi gizli bir aşk içinde olduğu birisinden kıskançlığını artıran bir mektup aldı ve bu mektuba histerik bir kişiye uyan bir şekilde tepki verdi. Daha sonra durumu bilen arkadaşlarından bir tanesi zihinsel olarak aynı uyumu yakaladı. Bu özdeşleşme mekanizması, ihtimale veya kendini aynı duruma koyma isteğine bağlıdır. Diğer kızlar da gizli bir aşk ilişkisi olsun isterlerdi ve suçluluk duygusunun etkisi altında bu durumda yer almayı kabul ederler. Onların sempati duygusundan uzak olduklarını kabul etmek yanlış olur. Buna karşılık, sempati sadece özdeşleşmenin dışında ortaya çıkar ve bu şekilde bulaşma ya da taklit etmenin, önceden var olan sempati duygusunun bir kızın okulundaki arkadaşlar arasındakinden daha az olduğu durumlarda yer aldığı kanıtlanmıştır. Bir ego diğeriyle olan önemli benzerliği bir noktaya bağlıdır, bizim örneğimizde aynı duygulara açıklığa bağlıdır; özdeşleşme bu noktanın üzerinde kurulur ve bulaştırıcı durumun etkisi altında egonun ürettiği belirtilerle yer değiştirir. Belirtiler aracılığıyla özdeşleşme bu yüzden bastırılmak zorunda kalınan iki ego arasındaki rastlantı noktasına işaret eder.

Bu üç kaynaktan ne öğrendiğimiz belki şu şekilde özetlenebilir. Birincisi, özdeşleşme bir nesne ile olan duygusal bir bağın asıl biçimidir. İkincisi özdeşleşme gerileyici bir yolda şehvetli bir nesne bağı için nesneyi egoda içselleştirme yoluyla bir yedek olur. Üçüncüsü, özdeşleşme cinsel isteğin nesnesi olmayan bir insan ile paylaşılan ortak bir özelliğin herhangi bir yeni algısıyla ortaya çıkabilir. Bu ortak özellik ne kadar yaygınlaşırsa özdeşleşme o kadar başarılı olur ve böylelikle, yeni bir bağın başlangıcını temsil eder.

Bir grup içindeki üyelerin birbirlerine olan karşılıklı bağ, ortak önemli bir duygusal özelliğe bağlı olan özdeşleşmenin doğasıdır ve tahmin edebiliriz ki bu ortak özellik lidere olan doğal bağdan kaynaklanmaktadır. Diğer bir tahmin özdeşleşmenin problemlerinden yorulmaktan uzak olduğumuzu söyleyebilir ve psikolojinin “empati” olarak adlandırdığı süreçle karşı karşıya gelebiliriz. Empati, diğer insanlarla egomuzu doğal olarak neyin yabancı olduğunu anlamamızda önemli bir rol oynamaktadır. Biz özdeşleşmenin anlık duygusal etkilerini kısıtlayalım ve bizim zihinsel hayatımızda olan önemini bir kenara bırakalım.

Ruh hastalıklarının en zor konularını araştıran psikanalitik araştırmalar, özdeşleşmenin kolaylıkla anlaşılamayan durumlarını gösterebiliyor. Daha iyi inceleyebilmek için bu durumlardan iki tanesini ele alalım.

Erkeklerde eşcinselliğin oluşumu genellikle şöyledir. Genç bir adam sıra dışı bir şekilde uzun ve aşırı derecede annesine Oidipus kompleks ile sabitlenmiştir. Ancak, ergenliğin sonunda annesine olan ilgisini diğer cinsel nesnelere çevirme zamanı gelmiştir. İşler ani bir gidişata sapmıştır: genç adam annesinden vazgeçememektedir ama kendini annesiyle özdeşleştirmektedir. Kendisini annesi haline dönüştürmüştür ve egosunu onun için değiştirebilecek ve annesinden gördüğü ilgi ve sevgi gibi onun da sevebileceği nesneler aramaktadır. Bu, oldukça sık yaşanan ve herhangi bir hipotezden oldukça bağımsız olan doğal bir itici gücün ve ani dönüşümlerin olduğu bir süreçtir. Bu özdeşleşme ile ilgili en göze çarpıcı şey onun geniş ölçeğidir; şimdiye kadar nesne olarak söylenen modelin cinsel karakterinde egoyu yeniden biçimlendirir. Bu süreçte nesnenin kendisinden vazgeçilir. Vazgeçilen ya da kaybedilen bir nesne ile özdeşleşme ve bu nesnenin yedeği olarak onu egoda içselleştirme artık bize yeni bir durum değildir. Bu şekildeki bir süreç bazen küçük çocuklarda da gözlenebilir. Kısa bir süre önce böyle bir gözlem International Zeitschrift Psychoanalyse’de yayımlandı. Yavru kedisini kaybettiği için mutsuz olan küçük bir çocuk hiç çekinmeden açıkça şimdi kendisinin bir kedi yavrusu olduğunu ve masada yemek yiyemeyeceğini söyledi.

Nesne ile olan özdeşleşmeye başka bir örnek ise melankoliklerin analizinden geliyor. Bir duygusal yakınlığın en göze çarpan özelliği, sevilen nesnenin gerçek ya da duygusal kaybına neden olan heyecandan gelmektedir. Bu durumların en önemli özelliği, egonun durmadan kendisini eleştirerek ve kınayarak zalimce kendi değerini düşürmesidir. Bu kötüleme ve kınamalar nesneyi en dibe koyar ve egonun intikamını alır. Nesnenin gölgesi egonun üzerine düşer ve buradaki içselleştirme şüphesiz bir şekilde açıklığa kavuşur.

Ancak, bu melankolikler bize başka bir şeyi de göstermektedir:  ego bölünmüştür ve iki parçaya ayrılmıştır ve bir parçası diğerine karşı hırslıdır. İkinci parça içselleştirme tarafından çoktan değiştirilmiştir ve kaybedilen nesneleri içerir. Ancak zalimce davranan parça bizim tarafımızdan tanınmamaktadır. Bu parça ego içindeki önemli birim olan ve normal zamanlarda egoya önemli bir tutum içinde olan bilinci de içerir. Bundan önceki durumlarda şöyle bir hipotez oluşturmuştuk: böyle bir birim egoda gelişir ve onunla anlaşmazlığa düşer. Biz bunu “ego ideali” olarak adlandırıyoruz ve görevleri aracılığıyla öz-gözlem, ahlaki vicdan, rüyaların sansürü ve psikolojik baskının başlıca etkisi gibi şeyleri ona atfediyoruz. Ego ideali narsizmin çocuksu egosunun kendi kendine yetebilmekten hoşlanan mirasçısıdır. Her geçen gün çevrenin ego üzerindeki etkilerini bir araya getirir. Bu yüzden egosuyla kendini tatmin edemeyen bir adam yine de egodan farklılaşmış ego ideali ile tatmin bulabilir. Gözlemin yanılgılarında, bu birimin dağılması aşikâr olur ve bu yüzden kendinden daha güçlü olanların, her şeyden önce ailesinin etkisinde kendi kökenini gösterir. Ancak söylemeyi unutmamalıyız ki ego ideali ve gerçek ego arasındaki uzaklığın miktarı bir bireyden diğerine oldukça değişiklik gösterir. Birçok insanda egodaki bu farklılaşma çocuklarda olduğundan daha fazla olmaz.

Bu malzemeyi grupların şehvetle örgütlenmesini anlamak için kullanmalıyız ve nesne ile ego arasındaki karşılıklı ilişkinin örneklerini hesaba katmalıyız.

Kaynak: Sigmunda Freud – Grup Psikolojisi ve Ego Analizi Sayfa 48

 

Kendiliğin Temelleri” üzerine bir yorum

Yorum yazabilirsiniz... isim, e-posta zorunlu değildir yazmazsanız anonim görünür.